Küçük Ali,
yorgun uykusundan uyanınca kalktı. Gece yattığı tozlu fundalıklardan çıktı.
Ilık, parlak bir güneş her tarafı ısıtıyordu. Bulutsuz hava bembeyazdı.
Çalıların üstünde kuşlar cıvıldayarak uçuşuyordu. Kalktı. Bir av arıyormuş gibi
tereddütlü adımlarla bodur böğürtlen dallarını hışırdatarak şoseye indi. Bir
ileri, bir geri baktı. Her taraf tenha idi. Uzun, kıvırcık kirpikli iri siyah
gözlerini yırtık çarıklarına dikti. Düşündü. Sırtındaki tozlu deri torbada
yarım ekmekle bir soğandan başka bir şeysi yoktu. Altı aydır Gelibolu'da, bir
Rum fırıncının yanında çalışıyordu. Birkaç gün evvel hükümet, "muharebe
olacak" diye ustasını diğer Hristiyanlarla Anadolu'ya geçirmişti.
Gelibolu'da akrabası filan
yoktu. Barınacak bir yer bulamadı. Köyüne dönmüştü,
ama köyünde de kimseyi bulamamıştı. Evler kapanmış, ahırlar boşalmış, küçük
cami meydanı at, araba, asker, çadır dolmuştu. "Buralarda muharebe olacak,
devlet ahaliyi geri çekti." diyorlardı. Küçük Ali, işte köyünün geri
çekilen ahalisini, anasını, ihtiyar babasını bulmak için iki gündür yürüyordu.
Gece açıkta yatmak, gündüz güneşin altında yürümek onu zayıflatmıştı. Zaten
esmer olan yüzü şimdi daha siyahtı. Karnı öyle açtı ki! "Ne olur, ne
olmaz" diye dün gece yemeyip sakladığı ekmek parçasını torbadan çıkardı.
Şosenin kenarına çöktü. Kocaman bir altın parçasına bakıyormuş gibi bu kaba
mısır ekmeğini evirdi, çevirdi, ucundan ısırdı. Ağzında lokmayı birdenbire
yutmaya kıyamıyor, dilinin üstünde eziyordu. Anası, babası Malkara'ya gitmiş
olacaktı. Orada bir akrabaları olduğunu hatırlıyordu. Acaba daha bu tenha
şoseyi kaç gün yürüyecekti? Akşama ne yiyecekti? Bütün bütün aç kalmak korkusu
ile uyurken rüyada kendini keçilerle beraber çalıları otlarken görmüştü. Tekrar
köye dönmeyi, askerlerin arasına katılmayı düşündü. Halbuki köye kimseyi
bırakmıyorlar, "Yasak! Dön, dön!" diye bağırıyorlardı. Su nereden
içecekti? Mutlaka şosenin üstünde han, yahut karakol vardı. Oturduğu tümsekten
kalktı, yola atladı. Yürümeye başlamadan döndü. Geldiği tarafa baktı. Dalgalı
tepelerden geçen yol, parça parça gibi bazen görünüyor, bazen yeşillikler
arasında kayboluyordu. Uzakta bir kalabalık gördü. Yoksa asker miydi? Dikkat
etti. Bu kalabalık gayet yavaş yürüyordu. "Bekleyeyim de şunlardan su
isteyeyim" dedi. Tekrar kalktı. Tümseğe oturdu. Dirseklerini dizlerine
dayadı. Çenesini ellerinin arasına aldı. Gözlerini, vakit vakit kaybolup, yine
şosenin görünen parçasında meydana çıkanlardan ayırmıyordu. Bunlar asker
değildi. Çünkü karmakarışık geliyorlardı. Niçin olduğunu bilmediği bir ümitle sevindi.
İki gündür kırlarda yapyalnız kalmış, sanki insanları göreceği gelmişti. Ayağa
kalktı. Elini gözlerine siper yaptı. Siyah kuşağı, mavi aba saltası, gönden
torbasıyla tıpkı koyunlarını arayan mini mini bir çobana benziyordu. Başında
keçe filan yoktu. Sert kumral saçları güneşin aydınlığı ile yaldızlanıyor,
parlıyordu.
— Rumlar,
be!..
diye
haykırdı. En önde semerli bir beygirin üstünde beyaz sakallı, siyah kavuklu,
siyah esvaplı papazı farketti. Kırmızı önlüklü, siyah başlıklı kadınlar, siyah
aba esvaplı erkekler, çocuklar, eşya dolu arabaların yanında; ineklerle,
koyunlarla, keçilerle karmakarışık yürüyorlardı. Küçük Ali, hiç kımıldamadan
onların yaklaşmalarına baktı. Bunlar şüphesiz geriye gönderilen bir köy halkı
idi. Kendi köyünde komşu Rumlar'ın arasında büyüdüğü için çok iyi Rumca
bilirdi. "Bunların arasına katılıp Malkara'ya kadar gidemez miyim?"
diye düşündü. Fakat onlar, yanlarında Türk istemezler, Türk'e ekmek değil, bir
damla su bile vermezlerdi.
Kafile
yaklaşıyor, küçük Ali parlak gözleriyle dimdik bakıyordu. Hiç kımıldamadı.
Papaz, onu daha uzaktan gördü. Tam hizasına gelince küçük Ali yine şoseye
atladı. Papaza yaklaştı. Rumca:
— Rica
ederim, bana bir parça su verin.
Dedi. Papaz
beygirinin yularını çekti. O durunca, kafile de etrafa yavaş yavaş birikerek
durdu. Çorap ören kadınlar tığlarnı bıraktılar. Çocuklar babalarının bacakları
arasından papazın konuştuğu çocuğu görmeye çalışıyorlardı.
— Sen çoban
mısın?
— Hayır.
— Burada ne
arıyorsun?
—
Gelibolu'da çalışıyorum. Ustamı sürdüler, köye döndüm. Köyümü de sürmüşler,
onları aramaya gidiyorum.
Papaz parlak
mavi gözleriyle Ali'yi baştan aşağı süzdü:
— Adın ne?
Diye sordu.
Bu mânâlı
bakışı sanki "Türk müsün? Rum musun?" diyordu. Yarımadanın birçok
köylerinde Türklerle Rumlar kıyafetlerinden ayırt edilemezdi. Lisanları,
dinleri, âdetleri birleştiremeyen asırlar Boğazın bu tarafında esvapları
birleştirmişti.
Rum
çocuklarının Türk çocuklarından farkı yalnız başı kabak gezmeleri idi. Ali,
Gelibolu'da ustasının fırınında fesini kaybetmiş, köyüne dönerken başına bir
şey alamamıştı. Kekeledi:
— Aleko.
Dedi.
— Anan baban
var mı?
— Hayır, ben
öksüzüm, kimsem yok.
Papaz
etrafındakilere döndü.
— Su verin
şu çocuğa!
— Teşekkür
ederim.
Hemen eline
bir testi uzanmıştı. Kana kana içti. Papaz beygirin üstünde doğruluyor, arkaya
bakıyordu.
—
Jandarmalar çok geride.... dedi. Seni görmediler. Bize karış. Haydi yürüyelim.
— ......
Kalın
çizmeli ayağıyla atının karnına vurdu. Ali, atın uzun kuyruklu, al sağrısı
yanında yürümeye başladı. Semerin arkasındaki iki dolu heybenin üstünde
örtülmüş kırmızı bir battaniyenin uçları sallanıyordu. Kadınlar sessiz sedasız
çoraplarını örerek, erkeklerin arabaları, yük hayvanları etrafında daima
dikkatli, konuşmadan yürüyorlardı. Ali, küçük bir planla açlıktan kurtulduğuna
seviniyor, içinden: "Kandırdım şunları! Ne vakit olsa, köyün nereye
göçtüğünü haber alınca, yanlarından kaçarım" diyordu. Atın al sağrısından
kalkan gözleri papazın kanburca solmuş siyah cübbeye, hayvanın adımlarına göre
bir öne bir arkaya sallanan kadın saçlı başına, siyah yüksek külahına
bakıyordu. Yarım saatten ziyade gittiler. Uzaklarda koyun sürüleri duruyordu.
Ali, papazın başını arkaya çevirdiğini gördü. Mavi gözleriyle sanki gözlerinin
içine saplandı. Titredi.
— Aleko.
— Oriste...
— Yanıma gel
bakayım.
Birkaç hızlı
adım attı. Papazın dizi hizasına geldi. Gözlerini yerden kaldırmıyordu.
— Sen benim
atımla odama bakarsın.
— Bakarım.
— Seni
kiliseye hizmetçi yaparım.
— Teşekkür
ederim.
Öğle üstü
bir hanın bahçesinde, asırlık çınar ağaçlarının altında mola verilirken, papaz,
jandarmalara verdiği buğday ekmeğinden, haşlama etlerinden Ali'ye de verdi.
Bardağının dibinde bıraktığı şarabı da ona içirmek istedi.
— Teşekkür
ederim papaz efendi, içmem.
— Niçin?
Cevap
bulamıyordu.
— .....
— Haydi iç.
—
Alışmamışım.
— Artık alışırsın.
Kilisede şarapsız yemek yenmez.
— ......
Ali
durakladı. Eline aldığı bardağın içindeki siyah suya baktı. Köydeki hocanın
Ramazan vaazlarında: "Bir damlası haramdır. İçen îmansız gider."
dediğini hatırladı. Ama... Hayır, o keyif için, günah için mi içecekti!
Zorla... İçmese bunların arasında barınabilir miydi? Bardağı ağzına götürdü.
Zehir gibi bir şey ağzını, boğazını yaktı. Sıcak sıcak karnına indi. Buruşan
yüzü ile papaza gülmeye çalıştı.
— Teşekkür
ederim!
Kafile üç
gün yürüdü. Geceleri, Ali, papazın verdiği bir çula bürünerek yatıyordu.
Dördüncü gün, akşama doğru içerlerde bir Rum köyüne gelindi. Jandarmalar her
eve bir aile dağıttı. Papaz kiliseye inmişti. Burası karanlık, gamlı, kapalı
bir bina idi. Bahçenin kalın, yüksek duvarları koyu maviye boyanmıştı. Papazın
odası kaygan taşı döşeli küçük avlunun tâ nihayetinde idi. Ali, kilise
hizmetçisinin yanında yatıyor, sabahları erkenden kalkıyor, kiliseyi süpürüyor,
sabah ibadetlerinde hazır bulunuyordu. Bir ay geçmeden her şeyi öğrendi. Papaz,
jandarma kumandanına hep onu gönderiyordu. Gayet iyi Türkçe bildiğini görmüştü.
"Gelibolu'daki ustam Türktü" diyordu. Her sabah kilisede Türkler'in
perişan olması için duâ edilirdi. Bütün iki köy halkının ihtiyar, genç, her
sabah bu duâları candan, gönülden tekrarlayışları, sanki Ali'yi derin bir
uykudan uynadırıyordu. Köydeki hocanın "Hristiyanlar da Allah'ın kuludur,
onlara fenalık etmek, Müslümanlar'a fenalık etmekten daha günahtır." diye
vaaz ettiğini hatırlıyor, "Acaba yanlış mı aklımda kaldı?" şüphesine
düşüyordu. Pazar günleri kilisenin avlusu ağzına kadar dolardı. Efendisiyle,
eski papaz muharebeye dair köylüye havadisler verirler, Türkler'in kış geçmeden
bozulacağını, bu sefer İstanbul'un mutlaka alınacağını, ne kadar Türk varsa bir
tane kalmamak üzere kesileceğini yana yakıla söylerlerdi. Halbuki köyün
altındaki şoseden Çanakkale'ye doğru hiç durmadan asker, araba, erzak, cephâne
geçiriliyordu. Ali dinlerine girer gibi yaptığı Rumlar'ın bu garazlarından
heyecana geliyor, kiliseden kaçarak köyün aşağısından geçen ırmağın başına
gidiyor, söğütlerin altına oturarak saatlerce düşünüyordu. Demek kıştan sonra
dünyada bir Türk bırakmayacaklar, hepsini keseceklerdi. Türkler'in bundan
haberleri yoktu. Hatta geçen askerlerin zâbitleri yolda papaza rastgelirlerse
muhabbetle selam veriyorlar: "nasılsın papaz efendi" diye hatırını
soruyorlardı. Kilisede edilen duâları bilseler...
"Ben
jandarma kumandanına gider; Türk olduğumu söylerim. Bunların konuştuklarını
anlatırım!" niyetiyle kalkardı. Daha kendi köyünün ne tarafa gittiğini
öğrenememişti. Köyde yabancı görünce evvela bunu sorardı. Bir gün yine
kiliseden çıkarken ihtiyar papaza rastladı:
— Nereye
gidiyorsun Aleko?
— Hiç,
buradayım, dedi.
— Öyleyse
gel, seninle konuşalım.
— ......
Papazın
arkasından yürüdü. Külahının altındaki örgülü beyaz saçlarını tutup koparmak,
kafasına, suratına kamçı gibi indirmek ihtiyacını duydu. Dişlerini sıktı.
Başını salladı. Papaz odasına yürüdü. Kapıyı itti:
— Gir...
Dedi.
Bahçeye bakan bir pencere vardı. Kahverengi kalın bezden perdesi yarım açıktı.
Papaz minderin üstüne, Meryem Ana kandili yanan köşeye oturdu. Ali kapının
yanında ayakta duruyordu.
— Otur
bakalım, dedi. Kapıyı it.
Ali minderin
ucuna ilişti. Papazın gözünün içine bakıyordu. Sordu:
— Senin
anan, baban yok, değil mi?
— Yok
— Hayır...
Senin anan, baban var, kimsesiz değilsin.
Ali'nin
yüreği oynadı. "Acaba Türk olduğum duyuldu mu?" şüphesiyle titredi.
Bozuntu vermemeye çalıştı.
— Hayır,
papaz efendi, benim sizden başka kimsem yok!..
— Var.
— .....
— Var ama,
sen bilmiyorsun. Senin anan, baban milletindir.
Ali içinden
"oh!" dedi. Papazın uzun bir nutkunu cevap vermeden dinledi. Diyordu
ki:
— "Adam
anası, babası için her türlü fedakarlığı etmeli. Hatta canını bile vermeli.
Öksüzlerin anası, babası milletleridir. Her öksüz, milleti için en büyük
hizmetlere hazır olmalı. Öksüze bakan, büyüten milletdir. Millet, evladından
yardım ister." Bugünden sonra ihtiyar papaz her vakit Ali'yi odasına
alıyor, ona bazı yerlerini anlamadığı bir lisanla eski Rumlar'ın dünyada neler
yaptığını, bir Rum kızının yüzerek gidip düşman gemilerini deldiğini, bir Rum
kahramanının üçyüz kişi ile bir milyonluk orduları bozduğunu hikaye ediyordu.
Ali,
elifbeden başka bir şey okumamıştı. Ama bu korkak Rumlar bu kadar yaparsa,
Türkler'in evvel zamanda İstanbul'u, Çanakkale'yi almak için neler yapmış
olacaklarını düşünebiliyordu.
Kış geldi,
geçti. Yine bir sabah, Ali, kiliseyi süpürmüş, elinde süpürge, yattığı odaya
dönüyordu. Papazın, açık penceresinden eliyle kendini çağırdığını gördü. Koştu.
Süpürgeyi kapıda bıraktı. Kapıdan girdi. Papaz saçlarını tarıyordu. Araksında
siyah bir gömlek vardı. Tarağı yatağın yanındaki masaya bıraktı. Eliyle
saçlarını arkaya itti. Mindere ilişti. Kırpmadan bakan mavi derin gözlerini
Ali'ye dikti:
— Sana bir
şey söyleyeceğim, dedi. Otur karşıma.
— Buyurun.
— Sen çok
güzel Türkçe biliyorsun.
— Biliyorum.
— Ben
Türküm, desen askerler şüphelenmezler, inanırlar.
— Evet.
— Sana bir
mektup vereceğim. Bunu poturunun içine dikeceksin. Çanakkale'ye gideceksin.
Askerlerin arasından bir yol bulacaksın. İngiliz kumandanına bu mektubu
götüreceksin.
— Peki.
Papazın yüzü
güldü. Mavi, derin gözleri parladı. Hala Çanakkale Türkler'den alınamadığı için
bütün köy halkıyla beraber matemdeydi. Her gün sinirli sinirli düşünüyor,
şoseden gelen geçen askerlerin yüzlerinden mânâlar çıkarmaya çalışıyordu. Ali,
sokakta, evlerde, kilisede ibadetlerde bu umûmî yeisi görüyor, için için
seviniyordu. Papaz gülümseyince o da gülümsedi. Yine uzun bir nutuk dinledi.
Zayıf, uzun parmaklı, uzun tırnaklı sarı elleriyle beyaz sakalını okşayarak
coşan bu ihtiyar, onda sarsıcı bir heyecan uyandırıyordu. Sekiz aydır kilisenin
alacakaranlığı içinde acı gözyaşları gibi parlayan kandillerin titrediği
gölgeler arasında insana canlı gibi bakan resimlerin karşısında ruhu da değişmişti.
"Büyük Yunan, büyük Rumluk" emelini dinledikçe kalbi şişiyor, acı bir
azap boğazına tıkanıyordu. İşittiği, duyduğu, anladığı her şey onda aksi bir
tesir bırakıyordu. Ondört yaşındaki cahil bir çocuk hayaliyle gözünün önüne
köyünün camiini getiriyor, daima ahiretten, Sırat köprüsünden, cennetten,
cehennemden bahseden ihtiyar imamı mihrabın yanındaki yeşil boyalı kürsüye
çıkartıyordu. "Büyük Türklük" için, Türk düşmanlarının perişan
edilmesi için, tıpkı ihtiyar papaz gibi söyletiyor, ihtiyar papazın sözlerini
Türkçe ona tekrarlatıyordu. Ertesi gün poturunun ağına mektubu diktiler. Türk
sanılsın diye başına bir fes aldılar. Torbası dört günlük ekmekle, peynirle,
haşlanmış yumurta ile dolduruldu. Veda ederken papaz alnından öptü. Eline bir
kağıt uzattı:
— Bu Atina
İngiliz sefirinden evvelce alınmış bir itimatnâmedir, dedi. Bunu İngilizler'e
gösterdin mi, bizim tarafımızdan geldiğini hemen anlarlar. Şayet üzerinde
yakalanırsa "yerde buldum" dersin. Bizden aldığını inkar edersin.
— Peki...
— Karşına
İngiliz askerleri çıkınca "Kıbrıs" diye bağır. Bu sene parola budur.
Unutma ha: "Kıbrıs."
— Peki.
— Hiç
korkma. Vatan, evladının hizmetini bekliyor. Milletin kalbi seninle beraber,
İngiliz kumandanından bize haber getireceksin. Ne vakit bizi kurtaracaklarını
öğreneceksin. Bize müjdeleyeceksin!
— Peki.
Papaz,
Ali'nin tekrar alnından öptü. Yolda yemeği biterse almak için beş tane de
mecidiye verdi. Kiliseden çıkınca Ali jandarma karakoluna gidip, İngiliz
kumandanına verilecek bu kağıdı vermeyi düşündü. Ama vazgeçti. Her şey
jandarmaların gözü önünde olurken onlar aldırmıyor, başlarını sallıyorlardı.
"Ben bunu Çanakkale'ye paşaya götürürüm" dedi.
Şosede hızlı
yürümeye başladı. Hava açıktı. Tekerlek izleri, hayvan izleriyle örtülü yol
yine tenha idi. Bir gün gitti. İki gün gitti. Üç gün gitti. Geceleri yine
fundalıklarda yatıyor, ama eskisi gibi korkmuyordu. Şimdi ruhu çok kuvvetliydi.
Ne aç, ne açık kalacağını hiç düşünmüyor, milletine yapacağı hizmeti aklına
getiriyordu. Yollarda rasgeldiği askerlerle tatlı tatlı konuşuyor, Rumlar
arasında duyduğu havadislerin hep aksini işitiyordu. İngilizler'in bir adım
ileri atmak ihtimalleri yoktu. Süngüden hepsinin ödleri kopuyordu. "Daha
bir ay tutunamazlar, boyunlarını kırarlar" deniliyordu. Arıburnu,
Cehennemdere hücumlarını, batan gemileri, tahtelbahirleri, tayyareleri,
bombaları, havadan yağan çivi yağmurlarını dinledi. Dinledikçe damarlarındaki
kanı kaynıyor, bir an evvel paşanın oturduğu yere erişmek hırsıyla adeta
koşuyordu. Dördüncü gün top sesleri daha yakından işitiliyordu. Yolda daha
kalabalık askerler rastladı. Karşıda siyah çalılıkların arasında birçok beyaz
çadırlar görünüyordu. Yürüdü, yürüdü. Tepenin dibine geldi. Orada bir taşın
üzerinde siyah bıyıklı, soluk kabalıklı, iri bir asker oturuyordu. Silahı
yoktu. Ona:
— Paşa
burada mı oturur?
Diye sordu.
— Hayır.
— Bu
çadırlarda kimler var?
— Yaralılar,
burası hastane.
— Paşa
nerede oturur?
— Ne
yapacaksın?
Ali ona
geriden bir mektup getirdiğini, bu mektubun muharebeye dair olduğunu anlattı.
Nefer "Hangi paşayı istiyorsun? Ben yaralıydım, iyi oldum. Alayıma
gidiyorum. Bizim fırka siperlerdedir. İstersen seni bizim paşaya
götüreyim." dedi. Ali buna razı oldu. Artık şose bitmişti. Yeni yollardan,
topçu izlerinden yürüdüler. Mekkarî hayvanlarına, küçük cephane arabalarına, hasta
sedyelerine tesadüf ediyorlardı. Top sesleri duyulmasa muharabe oluyor
sanılmayacaktı. Denizin üstü süt gibiydi. Akşama doğru bir çam ormanının içine
girdiler. Dik bir dereye indiler. Yükseklerden bir çağlayanın şırıltısı
duyuluyordu. Derenin sağ tarafındaki sırtta onbeş yirmi kadar çadır vardı.
Burası uzaktan beyaz çatılı, tenha bir köye benziyordu. İnce ahşap bir köprüyü
geçtiler. Nefer, küçük Ali'ye:
— Sen burada
beni bekle.
Dedi. Gitti.
İlerledi. Nöbetçilerle konuştu. Çadırın birine yürüdü. Oradan çıkanlara bir
şeyler söyledi. Sonra konuştuklarıyla beraber küçük Ali'ye döndü. Elini
salladı.
— Gel!
Diye
haykırdı. Ali, koşa koşa onların yanına gitti. Sırmalı iri bir adam onu baştan
aşağı süzdü. Gülümseyerek sordu:
— Hani
mektup?
— Poturumda
dikili.
— Ya! Kimden
getirdin?
— Papazdan!
— Bizim
paşaya mı?
— Hayır,
İngiliz paşasına.
— İngiliz
paşasına mı?
Bu adam işi
iyice anladıktan sonra "Gel, bunları yavere söyle" diye onu arkasına
taktı. Tek, büyük bir çadırın yanındaki gölgeliğin altında yatar gibi uzanarak
bir kitap okuyan genç bir zâbitin önüne götürdü. Ali, nasıl köyünü
bulamadığını, nasıl Rumlar'a karıştığını, nasıl kendini Rum gösterdiğinden
başladı. Kilisede olup bitenleri, papazın söylediklerini nihayetine kadar
anlattı. Zâbit doğrulmuş, okumaktan yorulan gözleri birdenbire parlamıştı...
Kendi eliyle
Ali'nin poturunu söktü. Mektubu çıkardı. Rumca tercümanı çağırttı. Ali ile onu
arkasına takarak paşanın çadırına götürdü. Paşa, tıknaz, sakallı bir adamdı.
Küçük bir masanın önünde zayıf bir zâbitle oturmuş, cigara içiyordu. Yaver
selamladı. Ali'nin söylediklerini kısaca anlattı:
— Mektup da
bu...
Dedi. Paşa
ehemmiyetle tercümana:
— Oku
bakalım, ne?
Diye uzattı.
Tercüman,
tıpkı Girit muhacirleri gibi söylüyordu. Küçük Ali de çadırdakilerle beraber
mektubun ne yazdığını işitti. Papaz, sekiz aydır köyün önünden geçen
taburların, topların adedini söylüyor, "Daha bizi kurtarmaya gelmeyecek
misiniz? Dört gözle sizi bekliyoruz. Her sabah sizin için duâ ediyoruz"
diyordu. Ali okunan iftiraları duydukça "Yalan, yalan!" diye
haykıracağı geliyordu. Jandarmaların, geçen askerlerin, zâbitlerin Rumlar'a ne
kadar muhabbet gösterdiklerini hatırladı. Papaz mektubun nihayetinde kendini
İngiliz Generaline takdim ediyor: "Bu öksüz Rum çocuğu bizim tarafımızdan
yetiştirilmiştir. Her türlü fedakarlığı, hizmeti yapmak için hazırdır.
Kendisine emniyet ediniz. Türkçe'yi de gayet iyi bilir. Her ne isterseniz
yapar. Size Rum kahramanlığının nasıl nihayetsiz bir hamiyet olduğunu
gösterir." tavsiyesinde bulunuyordu. Mektup bitince paşa, Ali'ye, köye,
papaza dair birçok şeyler sordu. Sonra karşısında hiç ses çıkarmadan duran
zâbite bakarak yavere emir verdi:
— Hemen
telgrafla bu casusun tutulmasını yazınız. Vakit geçmesin!
— Başüstüne.
Yaver
çıkarken ilave etti:
— Bu çocuğa
da beş lira mükafat ver.
Fakat Ali
zeki bir çocuk serbestliği ile:
— Ben para
istemem.
Dedi. Paşa
ayağa kalktı. Tâ gözlerinin içine bakarak:
— Ya ne
istersin?..
— Hizmet
etmek isterim.
— Nasıl
hizmet?
— ....
— Küçüksün,
muharebe edemezsin. Okuyup yazman var mı?
— Azıcık
okurum.
— Seni
telefoncuların yanına vereyim. Telefoncu ol.
— ....
Ali
yutkundu. O, büyük bir iş yapmak, bir fedakarlık yapmak, başkalarının
yapamayacağı bir şey yapmak istiyordu. Papazın ruhunda kopardığı fırtınaların
gürültüleri hâlâ dinmemişti. Küçük bir Rum kızının yüzerek düşman gemilerinin
altını deldiğini, bir genç Rum'un üçyüz kişiyle yüzbinlerce düşmanı bozup
vatanı kurtardığını unutamıyordu. Bir Türk çocuğu da böyle bir şey yapamaz
mıydı? Rumlar'la İngilizler'in parolasını bildiğini, kolaylıkla düşman tarafına
gidip onlara da kendini Rum gösterebileceğini söyledi.
— Belki
bizim taraf için faydalı bir şey görürüm, anlarım. Size haber getiririm.
Dedi. Paşa
bu fikri çok muvafık buldu. "Bak, bunu düşünemedik." diye hâlâ hiç sesini
çıkarmadan oturan zayıf zâbite döndü. Gülerek Ali'yi okşadı:
— Aferin
sana..
— ....
Yaver,
Ali'yi çadırına götürdü. Çikolatalar, şekerler verdi. Hava kararıyor, yavaş
yavaş her tarafı gölgeler kaplıyordu.
Sabahleyin
erkenden yaverle beraber karargahtan çıktılar. O da al ata binmişti. Yaverinki
beyazdı. Birkaç tepe aştılar. Tarlaların üzerinde insan büyüklüğünde gölgeler
yatıyordu. Duvarları yıkılmış, çatıları yanmış, harap bir köyün hizasına
gelince yaver atından atladı.
— Artık
yayan gideceğiz.
Dedi. Belli
ki buralarda muharebe olmuştu. Ali onun arkasına takıldı. Neferler atların
yanında kalmıştı. Yaver önde, o arkada yarım saat kadar yürüdüler. Birtakım
askerlere rasgeldiler. Hepsi selam veriyorlardı. Sonra kazılmış yola girdiler.
Etraf görünmüyordu. Yürüdüler, yürüdüler. Bir tepenin arkasına çıktılar. Burada
in gibi yerler vardı. Yaver bu inlerden birine onu soktu. İçeride üç dört zâbit
oturuyordu. Ali'yi onlara gösterdi. Paşa'nın arzusunu anlattı. Kumandan Bey
dediği uzun boylu, esmer adam:
— Pekala,
dedi. Ama gündüz gidemez. Vurulur. Onu ben şimdi ileri hatta gönderirim. Son
dirseğin nihayetinde bir nöbetçi siperi vardır. Oradan fundalık yarı görsün.
Gece yardan aşağı iner, İngiliz mevkiine doğru çıkar. Sabahleyin beyaz mendil
gösterir. Belki vurmaz alırlar...
. . . . . .
. .
Telefonu
eline aldı. Söylediklerini tekrarladı. Sonra yanına bir emir neferi kattı.
— Haydi
çocuğum, korkma...
— Korkmam.
Küçük Ali
gülüyor, seviniyordu. Siperlerin içinden yürüdükçe kalbinin sevinçle
çarptığını, tatlı bir hararetin yüzünden göğsüne indiğini duyar gibi oluyordu.
Bugün
muharebe olmuyordu. Geri hatları geçti. En ileri hatta erişti. Siperin içinde
birkaç nefer ayakta ileriye bakıyor, öbürleri aşağı oturmuş konuşuyorlar,
gülüşüyorlar, türkü söylüyorlar, kabak çalıyorlardı. Sanki buraları bir düğün
yeriydi... Her hatta birtakım genç zâbitlere rasgeliyorlardı. Zâbitler çok
meraklıydı. Emir neferinden her şeyi anlıyorlar, Ali'ye de birçok şey
soruyorlardı. Kumandan Bey'in "dirsek" dediği sipere gelince emir neferi
onu kısa boylu, gözlüklü bir zâbite teslim etti. Döndü. Ali siperde yalnız
kalınca bu zâbitin yanına oturdu. Neferin kısaca söylediklerini daha uzun
anlattı. Zâbit:
— Peki
çocuğum, bize misafir olursun, gece salıveririm, dedi.
Sonra onu
kum dolu torbaların arasındaki küçük bir deliğe yaklaştırdı. Funda ormanını,
derinyarı gösterdi. Eline bir dürbün verdi. İngiliz siperlerini buldurdu. Bu
yarın etrafı boştu. İlerlemek mümkün olmadığı için iki tarafın da askerleri
yoktu. Gece oluncaya kadar zâbitin yanında kaldı. Zâbitle beraber yemek yedi.
Siyah bulutlar arasında yıldızlar parlamaya başlamıştı. Zâbit, kendi eliyle onu
siperin üstüne çıkardı. Hava o kadar karanlıktı ki... Siperlerde sanki hiç
insan yoktu. Yalnız mânâsı anlaşılmaz, uzak sesler duyuluyor, fakat hiçbir
aydınlık görünmüyordu. Küçük Ali, gündüzden gördüğü yarın dibine doğru inmeye
başladı. Düşmemek için çalılara tutunuyor, esvapları, yüzü, gözü çiziliyordu.
Belki iki saat uğraştı. Ayağının altında toprak, taş parçaları kayıyor,
tutunduğu dallar kopuyordu. Gözü karanlığa alıştı. Bulutlar geçtikçe yıldızlar
çoğalıyor, etraf biraz görünüyordu. Yarın İngiliz tarafına tırmanacak bir yer
buldu. Belki dört saatte burasını çıkmaya çalıştı. Biraz dinleniyor, bir parça
ekmek yiyor, tekrar fundalara sarılıyordu. Bazen karşısına geçilmez bir kaya
çıkıyor, tekrar inerek başka bir taraftan tırmanıyordu. Türk siperlerinin üstü
morlaşırken, Ali, İngiliz siperlerine iyice yaklaştığını gördü. Sindi. Biraz
durdu. Cebinden, karargahtan verdikleri beyaz bezi çıkardı. Kopardığı bir
değneğe taktı. Yukarı kaldırdı. Ufkun üstündeki morluk pembeleşiyor, yıldızlar
kayboluyordu. Yüz adım kadar yaklaştığı tepesindeki siperden birtakım sesler
duydu.
— Kıbrıs,
Kıbrıs!
Diye
bağırdı.
Papazın
parolası hemen anlaşılmıştı.
Görünmeyen
insanlar cevap verdiler:
— Ela,
ela...
Küçük Ali,
sesin çıktığı tarafa doğru yürüdü. Daha güneş doğmamıştı. Beyaz torbaların
arasında tüfek uçları görünüyordu. Torbaların üstüne çıktı. Bayırı atlayamadı.
Çünkü pek derindi. Kocaman kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin açılmış
kucağına düştü. Etrafına toplanan İngilizler anlamadığı bir lisanla ona sualler
soruyordu. Ali, derin bir haç çıkarıp: "Ben Rumum!" dedi. Getirdiği
mektubu gösterdi:
— Puyne
jeneral?
— Allright.
— Allright...
Siperin
içinde koşuşuyorlar, sanki birini arıyorlardı. Onu bir yeraltı yolunda geri
götürdüler. Buraları tıpkı bizim tarafa benziyordu. Yalnız insanları ayrıydı.
Hepsi sarı, uzun boylu, zayıftı. Hiçbirisi gülmüyor, herkes surat asmış, bir
şeye dargın gibi duruyordu. Yeraltı yolunun nihayetindeki inde uzun bir
sandalyeye yaslanmış İngiliz zâbite de, Ali, Rumca meramını anlatmaya çalıştı.
O vakit biraz durdular. Karşısına orta yaşlı bir Rum getirdiler. Bu tercümandı.
Ali, papazın
söylediklerini tekrarladı. Mektup koynunda idi. Çıkardı. Zâbite uzattı. Zâbit
tercümanı dinledikten sonra sevinerek kalktı. Ali'nin elini sıktı. Yanındaki
küçük masanın üstünde çabucak raporunu yazdı. İki askerle beraber Ali'yi
kumandanın karargahına gönderdi.
Bu karargah
gayet kalabalıktı. Tayyarelerin görmemesi için küçük sık bir koruluğun içine,
yerin altına yapılmıştı. Hiç çadır yoktu. Ali, küçük pencereli birçok odaların
tâ ortasındaki kapıdan girdi. İçerisi şehir evleri gibi muntazam boyalıydı.
Odada oturan yavere neferler raporu verdiler. Ali'yi gösterdiler. Yaver, yanda
bir odaya girdi. Yarım saat kadar bekledi. Sonra kapıdan gözüktü. Ali'yi
çağırdı. Ali içeriye girince büyük bir masada koltuğa yaslanmış, beyaz kesik
bıyıklı, kırmızı yüzlü, ihtiyar bir adam gördü. Bu İngiliz paşası olacaktı.
Yanında asker esvaplı bir adam duruyordu. Kendine Rumca hitap eden bu askerin
bir tercüman olduğu anlaşıldı. Papazın söylediklerini, Rumlar'ın nasıl dört
gözle İngiliz ordusunu beklediklerini ballandıra ballandıra anlattı. İhtiyar
İngiliz gülümsüyordu. Sözlerini tercümana naklettikçe, kumandan İngilizce bir
şeyler söylüyordu. Ali'nin sözü bitince, İngiliz askeri kıyafetindeki Rum
sordu:
— Papazınız
mektubunda sizin her türlü fedakarlığa hazır olduğunuzu yazmış, hazır mısınız?
— Hazırım.
— Buraya
geldiğiniz gibi gidebilir misiniz?
— Giderim.
Beni Türkler de Türk sanıyorlar. Çok güzel Türkçe bilirim.
— Türkler'in
karargahlarına da, siperlerine de girebiliyor musun?
— Giriyorum.
Onlara satmak için tütün, balık falan götürüyorum.
— Pekala,
jekala...
İngiliz
kumandanı tercümana uzun uzadıya bir şeyler söyledi. Ali, onun yorgun yorgun
oynayan dudaklarına bakıyor, anlamadığı kelimelerden bir mânâ çıkarmaya
çalışıyordu. Nihayet bu merak çok sürmedi. Tercüman lafa başladı:
— Kumandan
papazınıza selam ediyor. Biraz geç de olsa mutlaka gelip sizi kurtaracağız.
Mutlaka İstanbul'u alacağız. Bundan şüpheniz olmasın. Sana küçük bir saatli
bomba vereceğiz. Bunu kurup gizlice Türk paşasının çadırı yanına bırakacaksın.
Kurulduktan yarım saat sonra patlar. Halbuki sen yarım saat içinde uzağa kaçıp
kurtulursun.
—
Kurtulurum.
Kumandanın
yüzü güldü. Hemen zile bastı. İçeri gelen askere emirlerini verdi. Tercüman,
Ali'ye, papazın mektubundaki şeyleri soruyor, Türkler'in korkup korkmadıklarını
anlamak istiyordu. İki zâbit bir tahta kutu ile içeri girdiler. Kutudan bir şey
çıkardılar. Masanın üzerine bıraktılar. Bu, bombaydı. Üç dört kerpiç
büyüklüğündeydi. Üstünde dereceli bir şey vardı. Tercümana gösterdiler.
Tercüman kendisine onların sözlerini tekrarladı:
— İşte bu düğmeyi
bu tarafa çevireceksin. Çevirdin mi yarım saat içerisinde işlemeye başlar . Sen
hemen kaç. Yarım saat sonra ne karargah kalır, ne paşa... Hepsi uçar.
Ali, masanın
üstündeki siyah şeye daha dikkatli baktı. Düğme beyaz bir madendi. Zâbit
İngilizce daha ziyade tafsilat veriyor, düğmeyi parmağıyla iter gibi yapıyordu.
İngiliz kumandanı, hatta çadırın yirmi otuz adım uzağına bile konsa yine
tesirinin müthiş olacağını tercümana söyletti. Küçük Ali, saatli bombayı
tercümandan isteyerek torbasına soktu. Ağırdı. Belki beş okkadan ziyade idi.
Tercüman, kumandanın iltifatlarını tekrar tekrar söylüyordu. Hemen bu gece
geldiği yerden gitmesine karar verildi. Kumandan elli İngiliz lirası ihsan
etti. Ali kabul etmek istemedi. "Kabul etmezsen, köydeki fakirlere ver."
diyorlardı. Onu yandaki odaya geçirdiler. Bir masanın başına oturttular. Önüne
et, ekmek, tatlılar, tanımadığı bir içki koydular. Uzun boylu yaver ayakta
hizmet eden neferlere bakıyor, tercümanla konuşuyordu. Ali'nin torbası
yanındaki sandalyede idi.
Ali
yemekleri yerken bu adamların alçakça niyetlerini düşünmeye başladı. Halbuki
Türk paşası böyle namertçe bir oyun düşünmemiş, teklif etmemişti. İçinden
"Gece Türkler'in tarafına gidiyorum, diye atlarım. Bombayı kurar, siperin
dibine bırakırım. Kendim kaçarım" dedi. Fakat böyle yaparsa, siper uçacak,
içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen İngiliz kumandanına bir şey
olmayacaktı. Gece siperden dönüp buraya gelmenin ihtimali yoktu. Siper başları,
büyük karargahın etrafı hep nöbetçi dolu idi. İngiliz yaverle tercüman konuşa
konuşa açık kapının yanına gitmişlerdi. Ona dikkat etmiyorlardı. Ali bütün
karargahı yerle bir edecek bu korkunç alete bakmak istedi. Yavaşça yanındaki
torbayı kucağına çekti. Ağzını açtı. Dört köşe bomba kocaman kurşun bir tuğla
gibiydi. Saatin düğmesi beyazdı. Gümüş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu.
Azıcık itti... Bir parmak kadar... Tekrar geri çekmek istedi... Hayır... Düğme
geriye gelmiyordu. Düğmeyi nihayete kadar itip bombayı burada bırakmak aklına
geldi. Ama nereye kaçacaktı? Hemen onu tutarlar, öldürürlerdi. Bombayı bizim
paşaya götürüp teslim etse, ne fayda hâsıl olacaktı? Hiç... Yine İngiliz
kumandanının kasti cezasız kalacaktı. Zihninden şimşek gibi bir fikir geçti.
Dudaklarını ısırdı. İştahı kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar,
ellerindeki bir haritaya bakarak konuşuyorlardı. Ne olabilirlerdi? Kendi Kendi
de beraber... Papaz "Milleti için ölenler daima yaşarlar" demiyor
muydu? Bu sözü yine hayaline getirdiği köyün imamına söyletiyor, içinden: "Bir
insan ne kadar yaşasa yine ölecek değil mi?" diyordu. Büyük babasını,
büyük anasını, dayılarını, amcalarını, halalarını düşündü. Hepsi ölmüşlerdi.
Köyünün mezarları evlerinden çoktu! Nefret ettiği hain düşmanlara güzel bir
darbe indirerek, kendi de beraber yüzlercesini öldürerek ölmek... Gülümsedi. Bu
büyük fırsat her vakit ele geçer miydi? Parmağı ile düğmeyi yavaş yavaş tâ
nihayete kadar itti. Şimdi bomba, tıpkı küçük bir saat gibi işliyordu. Kulağına
yaklaştırdı. Tık... Tık... Tık... Hemen torbasının ağzını kapadı. Sırtına astı.
Yemek yiyor gibi yaptı. Yarım saat! Fırında çalışırken evlerden gelen tepsiler
fırında yarım saat dururdu. Bir tepsi müddeti! Yani... Artık yemiyor,
düşünüyor, vakti hesabediyordu. Gözleri kumandanın kapısındaydı. Tam son
dakikalara doğru oraya giriverecekti. Sırtında bombanın işlediğini duyuyordu.
. . . . . .
. .
Bir tepsi
kızaracak vakit geçmişti. Masadan doğruldu. Ayağa kalkınca yaver döndü.
Tercüman:
— Karnın
doydu mu oğlum?
Diye sordu.
— Teşekkür
ederim. Kumandana bir şey daha söyleyeceğim. Demin unutmuştum.
— Bana söyle
yavrum, yavere söyleyeyim, o haber versin.
— Hayır, çok
mühim bir şey, ben kendim söylemeliyim...
Tercüman,
Ali'nin ısrarını yavere söyledi. Haritayı katlayan yaver gülerek Ali'ye baktı.
"Allright" diye başını salladı. Bombayı götüreceği için onu çok
takdir ediyordu. Yaklaştı. Omuzunu okşadı, Ali, bombanın işlediğini duyacak
diye korktu.
— Haydi
gel...
— ......
Tercümanla
beraber yandaki kapıdan girdiler. Başıkabak kumandan masanın üstündeki
gazeteleri karıştırıyordu. Niçin geldiklerini sordu. Tercüman cevap verdi.
Sonra Ali'ye döndü:
— Ne
söyleyeceksin?
Dedi.
— Türkler
tarafına gitmezden evvel bombanın patlayınca ne yapacağını soracağım. Ben kaçıp
köye gidince papazımıza anlatayım.
Tercüman
kumandana soruyor, onun söylediğini Rumca tekrar ediyordu:
— Bu en
dehşetli cehennem makinasıdır. İki yüz metrelik yerde ne varsa hepsini havaya
uçurur.
— Demek
karargahta ne kadar adam varsa hepsi ölecek?
— Hepsi...
Belki yangın da çıkacak. Cephaneleri bizimki gibi karargahlarına yakınsa, onlar
da ateş alacaktır.
— Ya bomba
ateş almazsa?
— Mutlaka
alır. Emniyet düğmesini ittikten sonra yarım saat geçer geçmez hemen patlar.
— Bunda hiç
şüphe yoktur ya...
— Asla...
Ali durdu.
Sırtında bombanın tiktaklarını daha hızlanmış gibi işitti.
— Öyle ise
kumandana söyle. Ben Rum değilim.
Tercüman
afalladı. Gözleri derinleşti:
— Ya nesin?
— Türküm!
— Türk mü?
— Evet
Türk...
Gülüyordu.
Göğsü kabarıyordu. "Türk" lafını işiten kumandan ayağa kalkmıştı.
Tercümandan Ali'nin ne söylediğini anlayınca yüzü kıpkırmızı oldu. Hiddetle
bağırdı. Yaver, elindeki haritayı buruşturuyordu. Tercüman da sararmıştı:
— Ne
cesaretle buraya geldin? Şimdi kurşuna dizileceksin.
— Beni
kurşuna dizemeyeceksiniz.
Ali'nin
gözleri büyüdü. Bir adım daha ileri yürüdü. Kumandan hemen cebinden bir
rovelver çıkardı. Bir kasitten korkuyordu. Ali daha ziyade gülüyordu.
Tercümana:
— Vakit dar,
çabuk söyle. O beni öldüremeyecek, ben onu öldüreceğim, dedi.
Tercümanın
çeneleri kilitlendi. Şaşkınlığından bu cümleyi İngilizce tekrarlamaya vakit
kalmadı.
Türk
tarassut mahallerinden, düşman siperlerinin gerisinde her tarafı sarsan büyük
bir infilak gürültüsüyle beraber bir dumanın havaya yükseldiği görüldü.
Dumanların arkasından kalkan siyah alevler akşama kadar sönmedi. Tarassut
zâbitleri telefonla kumandanlarına: "İngilizler'in karargahları tahmin
olunan yerde emsalsiz bir infilak oldu. Fakat bizim mermilerimizin,
tayyarelerimizin eseri değil bir kaza neticesi olması ihtimali vardır."
diyorlardı.
Bu yangının
asıl sebebi bir türlü anlaşılamadı. Yalnız paşa, çadırında her sabah garip bir
elemle küçük Ali'yi hatırlıyor, erkan-ı harbine: "O gönderdiğimiz çocuktan
hâlâ haber çıkmadı. Acaba büyük infilakta, yangında bir şey mi oldu?" diyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder