Ana içeriğe atla

Karıncalar-Samim Kocagöz

 Kırlarda, Hermes’in oğlu Pan, dolaşıyordu. Binlerce yıldan beri gelip geçen binlerce Temmuz aylarından biriydi. Zaten yüzyıllarca önce İmparator Tiberinus’e, “Büyük Tanrı Pan öldü!” diyenler, yalan söylemiştir. O, tanrısal Ege’nin mavi kıyılarında, yeşil ormanlarında, bereketli toraklarında, kendisinden kaçıp durgun sularda saza dönen peri kızı Sirnikis’i hâlâ arar durur. Onun saz olan bedeninden yaptığı flütünü üflemekten yorulmaz.

Bugün de Pan, sevgili yurdumuzun çam ormanlarının dallarında, yapraklarında inleyen rüzgârdır, kırlarında çın çın çınlayan doğanın sesidir. Pan, eskiden peri kızlarını kovalar, korkutur, kaçırırmış. Bugün, bu toprağın çocuklarının, kırlarda, tarlalarda çalışan insanlarının iki yakasında döner dolaşır. Çapadan beli ağrıyan, çift sürerken yorulan bu gidenlerin insanları, bir soluk almak için doğrulduklarında, gözlerini mavi göklere, beyaz bulutlara, yeşil ağaçlara kaldırır, Pan’ı ararlar, onun sesine kulak verirler.

Ali Tosun da tarlaların arasındaki tozlu yolda, Pan’la birlikte köye doğru yürüyordu. İki yakasındaki topraklarda diz boyu kalkan pamukları, yer yer, sıraya dizilmiş ırgatlar çapalıyor, ötede beride tarla kuşları uçuşuyordu. Kesiklerin üstünü deve dikenleri kaplamış, kesiklerin çukurlarında yazsöğütler dallanmıştı. Tozlu yolun üstünde zinde adımlarla yürüyordu Ali Tosun. Ama kan tere batmıştı. Karşıdaki yeşil bir sırtın eteğine çöken köy, çok yakınmış görünüyor, gel gör ki Ali Tosun, yürüyor, yürüyor, bir türlü varamıyordu. Kumlu yolun üzerindeki araba izini sürüyordu. Bir soluk almak için kesiğin kenarına, devedikenlerinin gölgesine sığındı. Uzamış sakalının terden ıslak ıslak olduğunu, kaytan bıyığının ucundan neredeyse ter damlayacağını hissediyordu. Elinin tersiyle terini sildi. Bu sırada Pan, ters bir esinti ile tozu toprağı kaldırıp Ali’nin üstüne, yüzüne gözüne yığdı sonra da gelip yanına çöktü. Tosun’un gözleri, yolun üstündeki derin izdeydi. Pan, kulağına eğilip:

“Yoruldun mu Ali Tosun?” dedi. Soluğunu koyvererek:

“Yoruldum.” Karşılığını verdi Ali. Ayağını sıkan çarığının sırımlarını gevşetti. Gözlerini uçsuz bucaksız ovada gezdirdi. Sonra ışıl ışıl gökyüzüne kaldırdı. Pan, kulağına fısıldadı:

“Senin niçin bir karış toprağın yok?” Ali, kızdı:

“Yok işte!..”

“Ne yapıyor, n’işliyorsun topraksız?”

“Irgatlık ediyoruz, pamuklara çapa vuruyoruz...”

“Topraksız kişi, köksüz kişidir...” diye Pan, Ali Tosun’un üstüne vardı. Ali, iyice öfkelendi. Kalktı, yürüdü. Pan, yakasını bırakmıyordu. Dört bir yakasında dolanıyor, esiyor, tozları kaldırıp üstüne yıkıyor durmadan:

“Haydi Ali, bir türkü söyle Ali!” diyordu. Tosun, eski kasketini kaşlarına çekti:

“Türkü söyleyecek keyfim yok!” Karşılığını verdi. Pan, direniyordu. “Ben de kavalımı çalarım... Bir türkü, haydi bir türkü!”

Ali Tosun, Pan’dan kurtulmak için hızlı hızlı yürümeye başladı. Köye girerken Pan’dan kurtuldu. Pan, kırların tanrısıydı. Köyleri, şehirleri sevmezdi.

Ali Tosun, kahvenin ilerisindeki meydana geldiğinde, Kocaçınar’ın altında durdu. Çınarın altındaki çeşmede, elini yüzünü yıkadı. Kana kana su içti. Ağacın koca gövdesine sırtını verip oturdu. Gözlerini karşıdaki kahveye dikti. Kahvenin berisinde yeşil boyalı bir cip duruyordu. Ali’nin gözünde ne köyün yamru yumru sokakları ne de evleri vardı. Hep hep, bir kahvenin kapısına, bir cipe bakıyordu. Kararsızdı. Çeşmenin ilerisinden geçen yolun üstünde irili ufaklı, kızlı erkekli bir bölük çocuk toplanmış, diz çökmüş, durmadan yere bakıyordu. Meraklandı Ali Tosun, nereye, niye bakıyorlar diye... Çocuklar, bir karınca yuvasını seyrediyorlardı. Yuvanın ağzının dört bir yakası ince kumla çevrilmişti, küçük bir yığın kum. Karıncalar, kara kara, yuvaya giriyor, çıkıyor, durmadan, dinlenmeden içeriden dışarıya kumları taşıyorlardı. Çocuklar, dikkatli dikkatli karıncaların çalışmasını izliyordu. “Akılsız hayvanlar!” diye düşündü Ali, “Yol üstünde yuva olur mu? Gelen geçen basar...”

Yıkadığı eli yüzü kuruyunca ağır ağır kalktı, yürüdü. Kahvenin kapısına yaklaştı. Kapıda durdu. Basık tavanlı kahvenin darlığı içinde pek kimseler yoktu. Eğri büğrü iskemleler boştu. Yalnız bir köşede, çınara bakan pencerenin yanında üç kişi oturuyordu. Üçten ikisi köylü, sıska, sakallı kişilerdi. Öteki, oldukça şişman, avcı ceketi giymiş, ayağına siyah çizmeler çekmiş, eli sarı tespihli bir kişiydi. Bıyıksız, tıraşlı yüzünde, kara kara kaşlarının altında sakin görünen ufak gözleri vardı. Bu gözler, Ali Tosun’u görünce önce yumuldu sonra açıldı:

“Gel otur, bir kahve iç...” diyen sesini duydu adamın Ali.

“Hiç de kahve içesim yok.” karşılığını verdi.

“Dikilme öyleyse kapıda öylece!”

“Dikilirim, dikilirim...”

Ocağın başında kahveci, seke seke fırladı, bir iskemleyi oturanların yanına çekti, götürdü:

“Buyur, gel otur.”

“Oturmayacağız dedik.”

Şişman adam, öfkelendi:

“Öylecene dikil öyleyse kapıda.”

“Dikildik.”

Ali Tosun, öylece bir vakit kapıda dikildi. Sonunda adam tedirgin, sağına soluna baka baka yoruldu. Ali’ye:

“Anladık, işi bıraktınız...” diye patladı. Ali, dikildiği yerden kıpırdamadan:

“Bıraktık.” karşılığını verdi. Kapının içinde dikildi yine.

“Hakkınızı vermedim mi?”

“Hakkımız, verdiğinden çok olacaktı.”

“Benim işim, başkalarının işine denk değil. Veremem.”

“Sen bilirsin.”

“Toparlanın öyleyse çıkın tarlamdan.”

“Ben de bunu diyecektim. Çıktık.”

“(...) dek yolunuz var!..”

“O gadarlık deel, başka bir tarlaya dek yolumuz...”

Şişman adamın, bu karşılıktan yüzü gerildi. Yaşlılığı birden belli oldu:

“Ben kırk yıldır...” diye söz edecek oldu, hemen vazgeçti. Ali Tosun da döndü arkasını, çınarın altına yürüdü. Çöktü Kocaçınarın altına. Oradan kahvenin penceresine baktı da baktı. Çocuklar, hâlâ karıncaları inceliyor, izliyordu. Kahvedeki, uzaktan uzağa Ali’nin bakışlarından sıkıldı. Kahveden çıktı. Cibine bindi. Öfkeyle gaza bastı. Karınca yuvasının yanındaki çocuklar, korkuyla çil yavrusu gibi kaçıştılar, dağıldılar. Cipin tekerlekleri, yuvanın üstüne bastı, geçti. Ortalığı bir toz bulutu kapladı. Çocuklar, şaşkın şaşkın üstü, ağzı kumla örtülen yuvaya tekrar yaklaştılar. Üzüntülü gözlerle, ezilen karıncalara baktılar. Ali Tosun, yerinden kalkıp yanlarına geldi çocukların. Mavi gözlü, sarı saçlı küçük bir kızın başını okşadı. Karayağız bir küçük delikanlının arkasını sıvazladı:

“Durun hele...” dedi, “yuvanın kapısını, ağzını bulalım, açalım!..”

Çocuklar, sevinçle ellerini çırptılar. Ali, avuçları ile kumları dikkatle açtı. Parmağını, yuvanın ağzına sokup temizledi. Çömeldi, oracıkta, gözlerini yere dikip bekledi. Çocuklar da bekliyordu. Çok geçmeden, toz toprak içindeki başını, bir karınca, deliğin ağzından çıkardı. Arkası sökün etti. Karıncalar yeniden çalışmaya giriştiler. Ali Tosun, döndü, çınarın altına yeniden oturdu. Çocukların sevincini seyretmeye başladı.

Pan, dayanamamış, işlerin sonucunu merak etmiş, gelmiş, çınarın dalları, yaprakları arasına oturmuştu. Kocaçınarların sesleri ile sesleniyordu, flütünü çalıyordu. Arada bir, durup durup:

“Haydi Ali, bir türkü söyle, Ali!” diyordu. Ali Tosun, yeniden kaynaşan, çalışan karıncalara bakıyordu uzaktan, çocukların sevincini paylaşıyordu. Pan’a:

“Hiç de türkü söyleyecek keyfim yok...” karşılığını verdi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fuzuli'nin Gazelleri

GAZEL - 1 1. Dostum âlem seninçün ger olur düşmen bana Gam degil zira yetersin dost ancak sen bana 2. Aşka saldım ben beni pend almayıp bir dosttan Hiç düşmen eylemez anı kim ettim ben bana

10.SINIF TÜRK EDEBİYATI TEST-7

1. Aşağıdakilerden hangisi Türk edebiyatının dönemlere ayrılmasında kullanılan ölçütlerden birisi olamaz? A) Kültürel değişim      B) Din değişimi    C) Coğrafya değişimi  D) Lehçe ve şive ayrılıkları         E) Gelir dağılımı