Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Eylül, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

NASIL BİR ÇÖZÜM?

Olay 14 Ekim 1998'de kıtalar arası bir uçuş esnasında gerçekleşmiş. "Bir kadın uçakta zenci bir adamın yanında oturuyordu. Durumdan rahatsızlığını belli edercesine, hostesten başka bir yer bulmasını istedi, zira öylesine antipatik birinin yanında oturamazdı. Hostes, tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta yer olup olmadığına bakacağını söyledi. Diğer yolcular şaşkınlık ve tiksintiyle olayı izliyorlardı, bu kadının sadece terbiyesizliğine değil, bir de birinci sınıfta yolculuğu devam edeceğine şahit oluyorlardı. Zavallı adamcağız çok kötü bir durumda olmasına rağmen cevap vermemeyi tercih etti. Bu yüksek tansiyondaki durumda kadın, birinci sınıfta ve o adamdan uzak uçabileceğinden tatmin olmuş, hostesin dönmesini bekliyordu. Birkaç dakika sonra geri gelen hostes, kadına: "Çok özür dilerim geciktim. Birinci sınıfta bir yer buldum Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. 'Hiç kimse sorun yara

FAKİR BAYKURT'UN UNUTAMADIĞI ANA NASİHATİ

Kahveden gelen güzel kokulara dayanamayan Fakir Baykurt annesine “Çay isterim, ille de çay!” diye tutturur. Annesi evladının bu isteğini geri çeviremez. Oğlunun elinden tutup kahvehanenin yolunu tutar... Kahveci Topal Hüseyin’i yanına çağırıp “Bir bardak çay getir benim oğlana” der. Çay geldikten sonra o anki heyecan ile çayın nasıl içileceğini bilemeyen Fakir Baykurt sıcak çaydan büyük bir yudum aldıktan sonra ağzı yanınca bardağı birden yere fırlatır. Çay bardağı toprağa düştüğü için kırılmasa da Fakir Baykurt annesinin ona tokat atacağını düşünür. Fakat öyle olmaz. Annesi Topal Hüseyin’i çağırıp bir çay daha getirmesini ister. Baykurt. ikinci çayı bu kez üfleyerek içer. Yıllarca annesine o gün niye kendisine tokat atmadığını sorsa da annesi bu soruyu hep cevapsız bırakır… Fakir Baykurt’un annesi bu sorunun cevabını yıllar sonra oğlunun öğretmenlik yaptığı köy okulunda verir. Annesi Elif Baykurt’un dersine girdiği o günü ise şu sözlerle anlatır Fakir Baykurt: Sınıft

BİR ÖĞRETMENİN DOĞAN CÜCELOĞLU'NA GÖNDERDİĞİ MEKTUP

İlkokul 1. sınıf ilk gün. Annem tuttu kolumdan götürdü okula. Sınıfa girdik. Heyecan falan hissetmiyorum annem çalıştığı için kreşlerde büyüdüm. İçeri bir girdik herkes ağlıyor. “Neden ağlıyorlar acaba” diye soruyorum içimden. Annem en önce üç ağlayan oğlanın yanına dördüncü olarak oturturuyor beni. Arkaya oturalım, diyorum ama tüm anneler çocuklarının yanına oturduğu için yer yok. Mecbur ağlak oğlanların yanına oturuyorum. Çok hayal kuran bir çocuğum. Birden çizgi film gibi canlanıyor gözümde. Bu ağlayan çocukların gözyaşları dolduracak burayı ve ben boğulacağım. Tabi hemen kendince bir çözüm bulup tırmanıyorum kalorifer borusuna. Öğretmen ile annem beni orda görünce (ki daha hiç tanışmadım öğretmenim ile) beni sinirli bir şekilde aşağı indiriyorlar. Öğretmenim okulun ilk gününde sormadan annemin yanında yanağıma acıtmadan vuruyor. “Bi daha bunu yapma!! “ Annemde kolumu çimdikliyor “bi dakika durmuyorsun yerinde”cdiye. Benim bundan sonra kalbim buz gibi oluyor. Önümüzdeki

KENAR MAHALLE

Bir profesör sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yaşayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmaları ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti. Öğrenciler hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdir. Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerden bu projeyi sürdürmeleri ve aynı çocuklara ne olduğunu araştırmaları istedi. Öğrenciler o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176’sının olağanüstü bir başarı gösterip avukat doktor ya da iş adamı olduklarını ortaya çıkardılar. Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yaşadıkları için her biriyle buluşma şansı oldu “o koşullarda nasıl bu kadar başarılı oldunuz?” sorusuna verdiği cevap hep aynıydı : Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı onun sa

YEMEK DAVETİ

Bir adam eşine, - Bu akşam yemeğe çıkalım mı?”diyor. Eşi ise şöyle cevap veriyor: - Hayır, bu akşam benim yerime git başka bir kadını yemeğe götür… Düşünün, kadın, - "Hayır ben seninle yemeğe çıkmayacağım, başka bir kadınla git."diyor. Adam şaşırıyor ve diyor ki: - Ben seni yemeğe çıkaracağım, sense bana başka bir kadınla gitmemi söylüyorsun, ben böyle biri miyim, sen bana hangi kadından söz ediyorsun? Eşi, - Annen, diyor. ... Böyle bir anı düşünün. Böyle bir anı hayal edebiliyor musunuz? - Ben bu gün yemek teklifini reddediyorum. Yemeğe lütfen annenle git. Uzun zamandır anneni görmeye gitmedin, onunla vakit geçirmedin, yemek yemedin, bu yüzden annenle git... ... Adamın adeta kanı donuyor. Karısının bu inceliği karşısında duyduğu minnet ve muhabbet dolu bir sesle - Ne kadar iyisin, böyle düşündüğün için Allah senden razı olsun, diyor. Sonra da hemen annesini arıyor. - Anne hazırlan gelip seni arabayla alacağım, beraber dışarıda yemek yiyeceğiz, sonra da beraber biraz yür

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAMAK

Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır. İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. Doktor çağrılır. Doktor muayene eder,ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.  Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya başlar.Başka doktorlar çağrılır. Osman Efendi Uşak’ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder. Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır,baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul’a götürmeye karar verirler. İstanbul’da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır… Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir. Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurt dışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih’e gidilir. Haftalarca hastanede kal

BARIŞ MANÇO'DAN FRANSIZ SPİKERE DERS

Barış Manço Fransa'da bir televizyon kanalının canlı yayınına  konuktur. Küstah bir spiker vardır ve Barış Manço ile dalga  geçmektedir. Sürekli, " İşte Türk, yani barbar, vahşi vs... " demektedir. Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere  " Yanınızda kâğıt para var mı? " diye sorar! Bu soruya spiker şaşırır ve " Evet var ama n'olacak " der. Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır. Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında "Anahtar" adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir: " Beş Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, beş Fatih-bir Mevlana, İki Mevlana-bir Sinan" (Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992). Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir... Barış Manço spikere sorar: " Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim? " Spiker: "General .&quo

ÇANAKKALE SAVAŞI'NDAN BİR ANI

Çanakkale Savaşında siperlerin gerisinde yaralı askerlerin en çok ihtiyaç duyduğu şey “Morfin“di. Doktorlar yaralı askerlere ağrı kesici bulmakta zorlanıyorlardı. Bu yüzden bir nöbet tutuluyordu. Hastaların ameliyatı için hazırlanan çadırın önüne bir masa kurulmuştu.. Sedye ile gelen her yaralı,  burada masaya koyuluyordu. Doktorun elinde enjektör, enjektörün içinde ağrı kesici.. Doktor ilk muayeneyi yapıyordu ve yaşama olasılığı olan, ameliyat edilmesi halinde yaşayacağına inandıkları askerlere ağrı kesiciyi yapıyordu.. Oysa gelen her yaralının ağrı kesiciye ihtiyacı vardı. Fakat herkese yetecek kadar ağrı kesici yoktu.. Doktor duygusal karar vermemek için yaralıların yüzüne bakmamakta, İyileşme şansı yüksek olan yaralılara ağrı kesici yapmaktaydı.. Yine doktorun önüne bir asker getirildi.. Yaralının ağır yaralarına bakan doktor, askerin iyileşemeyeceğini öngörür ve ona ağrı kesiciyi yapmaz.. O sırada askerden iniltili bir ses duyulur.. “Baba!” Herkesin gözü doktora çevrilir, yaral

VEDA BUSESİ ŞİİRİNİN HİKAYESİ

Veda busesi sözleri itibariyle iki aşığın birbirine yazdiği şiir olarak algılanmıştır hep. Fakat Veda busesi adlı şiir Orhan Seyfi Orhon'un kanserden ölen kızına yazdığı bir eserdir. Bu ünlü şiirin hikayesi şöyle anlatılmaktadır. Babası kızının kapısını açarken biraz duraksadı. Sessizce kapının kolunu aşağı indirdi, kızının bugün daha iyi olması için dua etti. Gün boyunca kızına doyasıya sarılmayı düşünüyordu. O yüzden bütün işlerini iptal etmiş, akşama kadar onun yanında oturmayı planlamıştı. Uyuyup uyumadığını kontrol etmek için usulca yatağın üstüne eğildi.Kızı perişan halde görünüyordu. Gözleri hemen yaşaran baba, kızının bu halini görmesini istemediği için usulca eğildi ve dudaklarını kızının alnına koydu. Öpmedi çünkü öpmek çok kısa bir andı. Öylece durdu ve derin derin nefes alarak kızının kokusunu içine çekti Baba kızının alnında öylece durdu. Biraz daha dursaydı gözyaşları kızının yüzüne damlayacaktı, ağladığı anlaşılacaktı. Yatağın yanındaki sandalyeye oturdu.

Mutluluğun Anlamını Öğrenmiş Yalnız Bir Hanımın Hikayesi

72 yaşında, ufak tefek, kendinden emin,  her sabah sekizde giyinip kuşanan, saçlarını kıvırıp makyajını yapan yaşlı bir hanım bir gün huzur evine taşınır. (Kocası yıllar önce vefat etmiştir.) Huzur evinin kapısında sabırla beklenen dakikaların ardından, odasının hazır olduğu söylendiğinde tatlı tatlı gülümser. Huzur evindeki görevli kız yürütecini asansöre yönlendirdiği sırada, kendisine odasını anlatmaya başlar, penceresinde asılı perdelerden söz eder. O anlatırken, küçük bir kızın heyecanıyla ” O perdeleri pek severim.” der. Kız, “Fakat henüz odayı görmediniz ki?” der. Yaşlı hanım:“Bunun onunla bir ilgisi yok.” der. ”Mutluluk zamandan önce karar verdiğiniz bir şeydir." Benim odadan hoşlanıp hoşlanmamam mobilyaların nasıl düzenlenmiş olduğuyla değil, benim onları zihnimde nasıl düzenlediğimle ilgilidir. Ben onları sevmeye karar vermiştim zaten. Bu benim her sabah uyandığımda verdiğim bir karardır. Bir seçme hakkım var: Ya bütün günümü artık çalışmayan vücut parçalarım