OĞLUM
Doktorun muayenehanesinden çıktığımızda, şu an da olduğu gibi gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Eşim, çocuğumuzda bir tuhaflık var dediğimde, bana kızıp, küfrettiği gibi, doktora küfretmeye başladı. “Aslan gibi oğlumu, neden psikiyatra götüreyim” diye söylenip, durdu.
O yıllar, Sivas’ta çocuk psikiyatrı değil, psikiyatr bile yoktu.
Mahmut’umu, Ankara’ya bir psikiyatra götürmek için, babasını ikna edebildim. Nasıl ikna edebildiğimi ne düşünmek, ne de söylemek istiyorum.
Ankara’da, çocuk psikiyatrının teşhis koyması çok uzun sürmedi. Gözlerime baktı, “Mahmut otistik” dedi. Otistik… Otizm ne ola… Otistik ne ola… İlacı… Nasıl ilacı olmaz… Vardır bir ilacı… Yok mu? Peki, kaç yaşında geçer… Hiç geçmez mi… Ben iyi bir annemiyim… Babasına yazıklar mı olsun… Olsun be doktor, babasına yazıklar olsun, nasıl anladın ki bunları… Mahmut’umun sırtında dayak izleri mi var… Mahmut’um şiddetten anlamaz mı? Ben ona hiç şiddet uygulamadım ki… Babası şiddet uygularken engel olmuyor muyum sanıyorsun… Oluyorum… Benim canım yansın, oğlumun canı yanmasın istiyorum, ben anneyim, hangi anne evladı şiddete maruz kalırken, seyirci olabilir ki… Mahmut’umun sırtındaki o izler neden oldu anlatayım mı doktor, eşimin arkadaşlarını ziyarete gitmiştik. Mahmut o evin çocuğunun, oyuncak arabasını eve getirmek istedi. Eşim öfkelendi. Eşim hep öfkeli, hep sinirli, hep küfrediyor. Beni oğlum yormuyor, kocam yoruyor.
Arkadaşı, “Lütfen, bir oyuncağın lafı mı olur, çocuk alsın” dedi. Eşim kabul eder mi, “Hayır” diyor, başka bir şey demiyordu. Oğlum, yani otistik oğlum ellerini yumruk yapmış, bacaklarını yumrukluyordu. Babası ise oğlumun sırtını yumrukluyordu. Ev sahibi nasıl çaresiz bakıyordu gözlerime. Ben ağlıyor muydum, bilmiyorum. Eşim, Mahmut’u sürükleyerek otobüs durağına kadar götürdü. Haykırıyordu “Öğrenecek, gittiği evden oyuncak alınmayacağını öğrenecek.”
Söyle doktor, söyle, otistik çocuklar öğrenir mi? O öğrenemezse, babaları çocuklarının özel çocuklar olduklarını öğrenebilirler mi?
Bunları doktora söyledim mi, yoksa o an yalnızca düşündüm mü bilmiyorum.
Bilmek ile kabullenmek ayrı bir şeymiş. Oğlumun otistik olduğunu bildim de, kabul etmem uzun bir zaman aldı. Önce, iyi diye duyduğum tüm doktorlara götürdüm. Hepsi aynı teşhisi koydu. Otistik… Yılar mıyım, yılmadım. Sonra nefesi iyi denilen tüm hocalara götürdüm. Hocalar muskalar yaptı, sulara okuyup, üflediler. Kimi “İçine cin girmiş” dedi, cini çıkarma seansları düzenledi. Kimi türbe adı verip, o türbede bir gece yatsın, dedi. Hepsini yaptım. Nafile…
Ve bir sabah, oğlumun odasından ağır bir koku eve yayılmaya başladı. Odasına gittiğimde, kakasını yapmış, yuvarlayıp yuvarlayıp camın kenarına dizmişti. O an bildiğim ama değişmesini umduğum, adı batası hastalığını kabul ettim. Sakın yanlış anlamayın, o gün kabul ettiğim oğlumun iyileşemeyeceğiydi, yoksa onu doğurduğum gün yüreğime bastım, yüreğim oldu.
Otizm oğlumdan gitmeyecekse, ben otizmin her şeyini öğrenecektim. Deliler gibi günlerce otizmle ilgili bilgiler buldum, okudum, anladım, hepsini beynime kazıdım. Babasına anlatmaya çalıştım. Dinlemedi. Hep aynı cümleyi söyledi, “Yemeyi, içmeyi biliyor ama…” Babasını bir kez olsun diyemedim, “Sen de yemeyi, içmeyi biliyorsun ama sevmeyi biliyorsun. İnsanı insan yapan en önemli şeyi, sevmeyi…”
Mahmut’um benim nar tanemdi, kara gözlümdü, oğlumdu, onu sevmem için, başka bir şeye gerek yoktu ki…
.................
Eşim eve misafir geleceği zaman, özellikle kendi arkadaşları geleceği zaman, “Şu oğlunu bir odaya kilitle” derdi. Diyemezdim, doğduğunda nasıl böbürlendin, nasıl “Benim oğlum” derdin. Şimdi otistik diye mi yalnız benim oğlum oldu.
Hem de kara gözlüm yalnız benim oğlum, onun oğlu olamayacak kadar özel…
Oğlumu odaya kilitlemezdim, hiç kilitler miyim, o utanılacak bir şey yapmadı, o otizmi istemedi…
Kimseler duymasın ama akıl sağlığı yerinde olan eşim, Mahmut’uma böyle davranmakla aslında bir odaya kilitlenmeyi hak ediyordu.
Ah! Bir anı daha beynimin orta yerinde gezinmeye başladı.
Ailece pikniğe gitmiştik. Piknik bizim neyimize? Benim yüreğimde bitmeyecek bir sızı, oğlumun bedeninde uzun sürecek bir sızı… Piknik dönüşü ben mutfakta iken, Mahmut’um bir süreliğine gözden kayboldu. Sonra onun çığlıkların kulağımdan beynime, beynimden yüreğime, yüreğimden tüm evrene yayıldı. Evrenden tekrar tekrar yüreğime ulaştı.
Banyoya koştum. Bu çığlıkları kaçıncıydı… Gördüğüm kaçıncı vahşet gösterisi… Babası yine kemerini çıkarmış, acımasızca vuruyordu. Suçu piknikten salyangoz toplayıp, eve getirmekmiş. Eve salyangoz getirilir miymiş? Bedenime aldığım kaçıncı kemer darbesinden sonra yere yığıldım, çalan zilin sesini ne zaman duydum, ne zaman kapıyı açtım, ne zaman komşu teyze geldi ve babasına yalvardı, “Allah aşkına vurma, yeter” diye…
Oğlum o teyzeyi çok severdi. Onun gözlerine bakardı. Kimseyle göz teması kurmayan oğlum, bir benim, bir o teyzenin gözlerine bakardı. Babası evdeyse, teyzeyi görebileceği ama babasının kendini göremeyeceği bir köşeye siner, “Teyze beni buradan gör “derdi. Oğlum öğrenmişti, babası evdeyse misafirlerin yanı ona yasaktı. Keşke, zalimlere de yaşamak yasak olsa!
Ne olurdu, oğlumu babası da sevseydi. Mahmut’um küçükken elinde tutup parka götürse, büyüyünce hiç olmazsa berberine götürseydi. Hepsinden vazgeçtim, bir kez olsun sarılıp, öpseydi.
Gecenin ikisinde, bu anılar neden aklıma geldi ki… Neden mi geldi, bal gibi de biliyorum. Bugün bir arkadaşım mevlit okutacaktı, gittim. Mevlit sonunda hoca nasihat ederken, “Kocalarınızla diğer dünyada birlikte olmak istiyorsanız, bu dünyada iyi geçinin” dedi.
Ben hiç düşünmeden, o dünyada kocamızı görmemek, hiç karşılaşmamak için ne yapmalıyız, diye sordum.
Hoca cevap vermedi.
İstemem, o dünyada eşimi görmek istemem. Oğlumu isterim. Oğlum yeter bana, hem belki de oğlum, orada bana sorar, “Anne beni ne kadar seviyorsun?” Sarılırım oğluma, yaslarım başını göğsüme, “Seni bilmediğin kadar, bilemediğim kadar seviyorum” derim.
Acısını, acımı, acımızı unuturuz. Unutur muyuz?
Ben elli sekiz, kara gözlü oğlum otuz yedi yaşında. Tek dileğim var, oğlumla birlikte ölmek. Oğlum benden önce ölürse, acısına dayanamam. Benden sonraya kalırsa, ona kıyamam.
Sessiz olun, çığlık sesleri var. Hayır, bu ses banyodan gelmiyor. Bu çığlıklar Mahmut’umun değil. Ses gökyüzünden geliyor. Dinleyin, gökyüzü çığlık çığlığa “Yeter!” diyor “Yeter çekin ellerinizi özel çocukların üzerinden. Çekin ellerinizi annelerin üzerinden.”
Duyuyor musunuz?
Yazar: Gün Semray
(Çarpık Gülüşlü Kız Öykü kitabımdan Oğlum isimli öykümden bir bölüm)
Yorumlar
Yorum Gönder