Ana içeriğe atla

RANDEVU


RANDEVU

Bir hafta sonu gördüm onu... Yorgun olduğu belli oluyordu. Bir kaç günlük sakalı vardı yüzünde... Etrafta boş yer aradı. Bulamayınca tek başıma oturduğum masaya doğru geldi. Oturabilir miyim der gibi baktı bana... Elimle yer gösterdim kendisine… Olanca ağırlığıyla masama çöktü.
Hafifçe selam verdim. Karşılık verdi.

Salaş bir meyhaneydi burası... Oldukça da kalabalıktı. Garsona "rakı "dedi.
"Bir duble rakı getir bana..."
İçkisi geldiğinde bir dikişte bardağın yarısını içmişti.
"Çok hızlı gidiyorsunuz" dedim. "Rakı böyle içilmez."
Mezemden ikram ettim. Hayır, demedi. Belli ki bir sorunu vardı. Belli ki açılmak istiyordu ama cesareti yoktu başlamaya...
"Bir kadın…?" dedim.
Başını salladı.
"Eşim..."

Durdu. O an pek çok düşüncesi vardı beyninde... Hangisini anlatsam der gibi acı acı gülümsedi. Ya da anlatmasam mı.

Yüzüne baktım. Oldukça yakışıklıydı. Düzgün giyimli biriydi. Ama yükü, taşıyamayacağı kadar da ağırdı. Gözlerine baktım o an... Biraz ıslaktı. Ama sevgi doluydu da...
"Dünyalar güzeli karım"...
Tekrar sustu.

Konuşmayı ele almalıyım diye düşündüm.
"Kadınları anlaşılmaz yapan, biraz da biz erkekler" dedim. "Onları hep kendi penceremizden görüyoruz. Olaylara hep erkekçe yaklaşıyoruz. Biz her zaman haklıyız, çünkü… Bu yüzden onları da bizim gibi düşünmeye zorluyoruz".
İlk defa yüzüme dikkatli baktı.
"Siz de mi bu konuda yaralısınız?"
Gülümsedim.
"Yaralı olmayan erkek var mı ki... Bizim tek eksikliğimiz; karşımızdakinin de bir düşüncesi olabileceğini gözardı etmek... Empati kuramamak... Halbuki onlar kadın ve kadınca düşünceleri var. Bizim gibi düşünmeleri zaten imkansız… Önemli olan o hep tekrar edilen şey; asgari müşterekler... Orada birleşmek... Ama kaçımız bunu başarıyor ki..."
“Karım evi terketti. Dünyalar güzeli karım, mutsuz. Oysa onu o kadar seviyorum ki... O kadar değer veriyorum ki..."

Sesi birden boğuldu. Önüne baktı. İçkisinden bir yudum daha aldı. Dertliydi, belli… Bir sorunu vardı ama bu sorununu nasıl çözeceği konusunda hiçbir fikri yoktu. Karısının kendisini anlamadığını, kapris yaptığını düşünüyordu.
"Karını gerçekten seviyor musun" diye sordum. Başını salladı." Hem de anlatamayacağım kadar…"
"Anlatmayı dene
" dedim. "Sevgini anlat... "
Şaşırdı. Sevgi nasıl anlatılırdı ki… Yüzüme baktı.
"Seviyorum işte... "
"Hayır
", dedim. "Belki sevgi içten gelen bir olaydır. Yürekte yaşanır. Ama her kadın yine de bunun gösterilmesini bekler."
Anlamamıştı. Bana baktı, sen sevgini nasıl gösteriyorsun, dercesine...
"Anlatmamı ister misin”, dedim. Gülümsedi.
"Dinlerim".

“Eğer onu seviyorsan, hissetmelisin.
Hayatının her anında onu düşünmelisin.
Görmelisin her baktığın yerde...
Görünce gülümsemelisin.
Hayat bulmalısın gözlerinde...
Derin derin nefes almalısın.
Dalmalısın içine...
Orada huzur bulmalısın.
Onu her şeyiyle, her haliyle sevmelisin.
Bazen ağlamaklı olabilir, teselli etmelisin.
Kucak açmalısın ona...
Sarılmalısın.
Üzgün olabilir bazen, güldürmelisin.
Onunla birlikte çocuklaşabilmelisin.
Ha… Asla değişmemelisin.
Asla inanmadığın şeyleri söylememelisin.
Kızdığında, bunu da göstermelisin.
Hatta bazen de küsmelisin.
Ama bunu çok da fazla sürdürmemelisin.
Ve asla onu değiştirmeye çalışmamalısın.
Onun da zevkleri olabileceğini gözardı etmemelisin.
Saygı göstermelisin.
Sen ısıtmalısın üşüdüğünde ellerini...
Yürümek istediğinde koluna girmelisin.
Şarkılar, şiirler söylemelisin.
Eğer onu seviyorsan...”

Bir erkekten bunları duymak şaşırtmıştı onu… Bana farklı bir gözle bakmaya başladı. Eliyle garsonu çağırdı. İkimize de içki söyledi. Devam et, dinlemeye hazırım der gibi sandalyesine daha bir yerleşti.

“Yüreğinde o olmalı…
İçinde aramalısın, onu...
Gittiğin her yere götürmelisin.
Saklamalısın onu bedeninde...
Kimseyle paylaşmamalısın.
Bazen susmalısın.
Bazen de haykırmalısın, sevgini...
Hem de coşkuyla…
Bazen hiç nedensiz sarılabilmelisin ona...
Sımsıkı...
Kollarınla...
Bırakmamalısın.
Bazen de öpmelisin, ihtirasla...
Sevgilim, birtanem demelisin.
Canım derken, hissetmelisin.
Paylaşmalısın tüm dertlerini onunla...
Bilmeli, her şeyini...
Saklamamalısın ondan kendini, göstermelisin.
Neşeli halini de bilmeli, keyiflenmeli…”
Biliyordum, can kulağı ile dinliyordu beni… Hiçbir cümlemi atlamamaya çalışıyordu.
Yeni öğrenmeye başlamış bir öğrencinin, öğretmenini dinlemesi gibi dinliyordu.

“Başını yastığa koyduğunda tenine dokunduğunda söylemelisin; ondan vazgeçemeyeceğini...
Hayatındaki en büyük şans olduğunu göstermelisin.
Mutlu olduğunu en güzel sözlerle söylemelisin.
Onu gerçekten seviyorsan eğer…"

İçkimden bir yudum daha aldım. Yüzü aydınlanmıştı sanki... Gözleri ışıldıyordu. Bakışlarında bir minnet duygusu vardı sanki...

"Ona doymamalısın.
Sürprizler yapmalı, şaşırtmalısın.
Renklendirmelisin onun hayatını...
Cıvıl cıvıl olmalısın.
Her zaman güler yüzlü davranmalısın.
Gülümsemeni herkesle paylaşmalısın.
Atmalısın kendine ait ne varsa içinden...
Her şeyini anlatmalısın.”

Durdu. Yeter, dercesine kadehini uzattı bana... Tokuşturduk. Belli ki değer verdi sözlerime… Belli ki dostluğuma güvendi.

"Gitmeliyim" dedi. "Gidip karımı almalıyım. Onu evimize, yuvamıza götürmeliyim."
Gülümsedim. Ayağa kalktım. Tokalaştık. "Hesabınızı ben öderim" dedim.
"Hayır. Ben ödeyeceğim" dedi. "Hepsini… Üstelik de büyük bir zevkle..."

Giderken arkasından baktım.
Sanki hiç yorgun değildi. Sanki kararlı bir hali vardı.
Ve çok önemli bir randevusu...

Özcan KIYICI

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Fuzuli'nin Gazelleri

GAZEL - 1 1. Dostum âlem seninçün ger olur düşmen bana Gam degil zira yetersin dost ancak sen bana 2. Aşka saldım ben beni pend almayıp bir dosttan Hiç düşmen eylemez anı kim ettim ben bana

OĞLUM-HİkÂYE

Bu öykümü özel çocukları olan dünyanın en özel en fedakar annelerine armağan ediyorum. Sevgimle... OĞLUM Doktorun muayenehanesinden çıktığımızda, şu an da olduğu gibi gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Eşim, çocuğumuzda bir tuhaflık var dediğimde, bana kızıp, küfrettiği gibi, doktora küfretmeye başladı. “Aslan gibi oğlumu, neden psikiyatra götüreyim” diye söylenip, durdu. O yıllar, Sivas’ta çocuk psikiyatrı değil, psikiyatr bile yoktu. Mahmut’umu, Ankara’ya bir psikiyatra götürmek için, babasını ikna edebildim. Nasıl ikna edebildiğimi ne düşünmek, ne de söylemek istiyorum. Ankara’da, çocuk psikiyatrının teşhis koyması çok uzun sürmedi. Gözlerime baktı, “Mahmut otistik” dedi. Otistik… Otizm ne ola… Otistik ne ola… İlacı… Nasıl ilacı olmaz… Vardır bir ilacı… Yok mu? Peki, kaç yaşında geçer… Hiç geçmez mi… Ben iyi bir annemiyim… Babasına yazıklar mı olsun… Olsun be doktor, babasına yazıklar olsun, nasıl anladın ki bunları… Mahmut’umun sırtında dayak...